Asayiş(sizlik)e dair...

BUGÜNKÜ konumuz asayiş. Zira günümüzde asayişsizlik o derece arttı ki insanlar sokaklarda değil, evlerinde ve işyerlerinde bile korkuyla yaşar hale geldiler.

Toplumda can ve mal emniyeti kalmadı. Özellikle büyük şehirlerimizde yaşanan ve gitgide artış gösteren cinayet, hırsızlık ve kapkaç olayları insanlarımızı büyük ölçüde huzursuz etmektedir.

Bizzat iktidar partisi tarafından İstanbul’da kendi milletvekillerinden oluşan bir komisyona yaptırılan araştırmada, son yıllarda kapkaç olaylarının yüzde 60, öldürmeye teşebbüs olaylarının yüzde 100, kadın ticaretinin yüzde 89, rüşvetin yüzde 90, mala zarar vermenin yüzde 351, zimmetin yüzde 400, aile fertlerine kötü muamelenin yüzde 300 ve müstehcenliğin yüzde 363 oranında arttığına işaret edilmektedir.

Aynı raporda, İstanbul’un çetelerin tehdidi altında olduğu vurgulanmıştır. Diğer illerimizin birçoğunda da durum bundan farklı değildir.

***

Komisyon, suç artışındaki sebepleri ise şöyle sıralamıştır: "Kontrolsüz göç, şehirlerin etrafında oluşan yeni yetersiz yerleşim birimleri, işsizlik, cezaevinden şartlı tahliyeyle topluma karışanların bir kısmının yeniden suça bulaşması, polis sayısının yetersizliği, son yıllarda yürürlüğe giren yasalar ve AB ile ilgili hassasiyetler nedeniyle olayların üzerine gitmekte çekingen kalınması, toplumda devlete ve adalete olan güven duygusunun zayıflığı, aileden başlayarak şiddet kullanımının meşru kabul edilmesi ve parçalanmış aile."

Bu etkenlerin arasına başkalarını da katmak mümkündür. Sebepler ne olursa olsun, karşı karşıya bulunduğumuz tablo vahim bir tablodur.

Aşağıya aldığımız bilgiler ise hatırlanması ve söylenmesi, içimizde hoşluk bırakan birer nostaljiden ibarettir.

16. asırda İstanbul’da bulunan bir Fransız elçisi, Osmanlı ülkesindeki asayiş hakkında şöyle yazıyor:

"Nizam ve asayiş inanılmaz derecede kuvvetli idi. Geceleri şehirleri muhafaza için elinde bir sopa ve fener ile gezen tek bir kişinin dolaşması káfi idi. Halbuki Paris’te aynı vazife, bir kıta askerin başında bir kumandan ile zorlukla yapılabiliyor."

17. asırda Osmanlı ülkesi hakkındaki asayiş ise yine bir Fransız seyyahı tarafından şu cümlelerle ifade ediliyor:

"Bir milyonluk büyük İstanbul’da dört yılda dört katil vakası görülmemiştir. Ticari eşyalarla dolu olan muazzam kervansaraylar bir tek adam tarafından korunuyor."

İstanbul bugünkü haliyle "suçun başkenti" durumunda. İstanbul'da adli işlem gören 15 bin 273 çocuktan yaklaşık 10 bininin diğer illerden geldikleri belirlenmiş. Bunlar, gasp, kapkaç ve hırsızlık gibi suçlarda kullanılıyormuş.

10 bin kişilik suçlu listesini Anadolu'dan göç eden kalabalık nüfuslu ailelerin çocukları, Doğu bölgelerden kaçırılan, kandırılan, hatta ailelerinden kiralanan çocuklar oluşturuyormuş. Sokağa çıkmak cesaret işi. Ya malınızdan, ya canınızdan oluyorsunuz.

Ankara Ticaret Odası’nın yaptığı bir araştırmaya göre, iki yıl öncesine kadar sadece ev hırsızlığında 10 bin 195 ile İstanbul birinci, 2 bin 884 ile Ankara ikinci, 2 bin 871 ile İzmir üçüncü sırada yer alıyor. Buna göre her üç evden biri İstanbul’da, her 10 evden biri Ankara ve İzmir’de soyuluyor. Bugünse bu rakamlar daha da artmıştır.

Bu durumu salt göç, işsizlik, yoksulluk gibi ekonomik nedenlerle izah edip diğer faktörleri göz ardı etmek yanlıştır. Toplumun gitgide artan ahlaki erozyonun getirdiği sorunlarla ne hale geldiğini yukarıdaki rakamlar ve hepimizi dehşete düşüren olaylar söylüyor.

Bütün ilahi ve semavi dinlerde korunması gerekli beş temel zaruret ve müessese vardır. Bunlar; dinin, neslin, malın, canın ve aklın korunmasıdır. Hemen hemen bütün dini hükümlerin emir ve yasaklar olarak konulmasında bu temel zorunlulukları koruma hikmet ve amacı vardır. Bunun için, toplumda huzur ve nizamı sağlamak üzere otoriter bir gücün bulunması gerekir. İslam tarihinde bunun gerçekleşmesini sağlamak üzere çeşitli müesseseler meydana getirilmiştir.

***

Bugünkü İslam toplumları ve tabii ki Türk toplumu, yüksek ahlaki şuurdan kopuşun ve dibe vuruşun muhasebesini akıl ve vicdan aydınlığında yaparak, ahlaki izmihlalden ahlaki inkılaba yükselişin yollarını yeniden döşemek durumundadır. Bu kötü gidişe dur diyecek, tepki verecek kurum ve kuruluşlar geçmişten çok daha iyi şartlarda var olmasına rağmen bir şey yapamama çaresizliğine saplanıp kalmak, adam sendeci bir anlayışla "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" pozisyonunda yer almak, sorumlu bir insana yakışan bir duruş değildir.

Her başıbozuğun başına bir polis dikemeyiz. Çare, bataklığı kurutmaktadır. Bataklık, dini ve ahlaki telakkilerden uzaklaşmış olmanın meydana getirdiği bir bataklıktır. Kurutulması ise güçlendirilecek polisiye tedbirlerin yanında dini ve ahlaki değerlerin yüreklere, beyinlere ve vicdanlara doldurulmasıyla mümkündür.

Merhum Akif’in söylediği gibi: "Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır/Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır/Yürekler çekilmiş farzedilsin havf-i yezdanın/Ne irfanın kalır kat’iyyen tesiri ne vicdanın!"

SORALIM ÖĞRENELİM

Cünup iken ölen bir insan ebedi cehennemlik midir?

Hasan YILMAZ

Cehennemde ebedi kalacak olanlar káfirler ve müşriklerdir. Cünup iken ölen bir insan Müslümanlıktan çıkmaz. Kaldı ki, öldükten sonra yıkanıp öyle defnediliyor. Peygamberimiz zamanında bir sahabi, eşiyle ilişkiye girdikten sonra yıkanmaya fırsat bulamadan şehit edilmişti. Eşi durumunu Peygamberimize bildirince, şehitler yıkanmadığı halde onu yıkadı ve öylece defnetti.

Namazda arka arkaya söylenen "Allahümmesalli ve Allahümmebarik" duaları benzer anlamlar taşımıyor mu? Bu duaları söylemenin bir gereği var mı?

T. ÖZDİL/İZMİR

Allahümmesalli, "Allahım, Hz. Muhammed’e ve O’nun evladına, İbrahim’e ve İbrahim evladına rahmet ettiğin gibi rahmet et. Çünkü sen çok hamd edilen ve tazim edilensin"; Allahümmebarik ise "Hz. Muhammed’e ve evladına, İbrahim’e ve İbrahim evladına bereket verdiğin gibi bereket ver. Çünkü sen çok hamdedilen ve tazim edilensin" demektir. İlkinde rahmet, ikincisinde ise bereket istenmektedir. Tahiyat okunduktan sonra bunları okumak sünnettir.

ABD Baltimore'da yaşamaktayım, cuma namazlarımı Pakistanlılara ait bir camide eda etmekteyim, İmam, Fatiha Suresi'ni okuduktan sonra amin sözü uzatılarak söyleniyor. Bu yapılan doğru mu?

Mehmet A. GÜNEŞ/ABD

Fatiha’nın sonunda imamın ve cemaatin amin demesi sünnettir. Hanefilere göre bunun içten söylenmesi, diğer mezheplerde ise yüksek sesle söylenmesi uygun görülmüştür. Çeşitli ülkelerde bu tür farklı uygulamalara rastlanmaktadır. Bu bir ayrıntıdır, her iki şekilde de olur.

Resmi nikáh mahkeme kararıyla sona erdikten sonra imam nikáhı devam eder mi?

Hikmet BİLGİ

Nikáh eşler arasında bir sözleşmedir. Resmi nikáh bitince imam nikáhı da sona ermiş olur. Asıl olan ise resmi nikáhtır.
Yazarın Tüm Yazıları